Ay: Ocak 2015

Av. Ümit Arif Özsoy – KÖRFEZ TERMİK SANTRALLERİNE HUKUKSAL BAKIŞ

Enerji Piyasası Denetleme Kurulu tarafından Doğu Akdeniz bölgesinde oldukça dar bir alanda 16 Adet termik santral kurulması planlanmakta, ilgili firmaların da müracaatları bulunmaktadır.Bu santrallerden 7 tanesi İskenderun körfezinde bunların da 5 tanesi Erzin ilçesi sınırları içersindedir.Aynı ilçe sınırları içine sadece birkaç kilometre arayla santral kurulmasının planlanmasının değil ülkemizde, dünyada dahi benzeri bulunmamaktadır.

Erzin Aşağı Burnaz Mevkiinde Egemer Elektirik Üretim A.Ş. tarafından yapılması planlanan “Erzin Doğalgaz Kombine Çevrim Santralı” projesine ait Çevresel Etki Değerlendirmesi Raporu (ÇED) Bakanlığa sunulmuş, söz konusu rapor bakanlıkça da onaylanmıştır. Yurdumuzda Çevresel Etki Değerlendirilmesi raporlarında santralin kuruluşuyla ilgili tüm değer ve hesaplamalar civarında başka termik santral, Petro kimya tesisi yokmuş gibi veya sadece birkaç km aralıkla termik santral kurulması planlanmıyormuş gibi yapılmaktadır. Bunların çevreye vereceği toplam etkisi ÇED raporunda değinilmemektedir. Bilindiği üzere kurulması düşünülen santrallerle aynı sahil şeridinde ve sadece birkaç Km batısında 1200 MW gücünde su gözü termik santrali faaliyetini devam ettirmektedir. Gerek ÇED raporlarında gerekse yapılan planlamalarda bu hususa hiç değinilmemekte , yapılan değerlendirmelerde şu andaki faal Sugözü termik santrali yok sayılmaktadır., İskenderun körfezi sınırları içinde 7 adet termik santral, Doğu Akdeniz Bölgesi baz alındığında 16 adet termik santral projesi bulunmaktadır.Bu santrallerin kümülatif etkisi sorgulanmamakta , her biri ayrı toprak , hava ve sahayı kullanıyormuş birbirine etkisi yokmuş gibi değerlendirilmektedir.

Toplumsal Maliyet Hesabı Yapılmalıdır.

Bilimsel araştırmalar göstermektedir ki termik santralin çevreye, toprağa, doğal dokuya, insan sağlığına vereceği zarar ve bu zarar için harcanacak para, işletme maliyetine eklendiğinde zararının faydasından çok daha fazladır. Termik santraller kullanımı konusundaki resmi ve endüstriyel baskılara karşın, çevresel maliyetleri çok daha düşük olan yenilenebilir enerji kaynakları ve enerji verimliliği teknolojilerinin büyük bir potansiyel oluşturduğu bilim insanlarınca ortaya konulmaktadır. Yapılan en son araştırmalardan biri, rüzgar enerjisinin maliyetinin artık fosil yakıtlardan daha az olduğunu ve fosil yakıttan rüzgara geçişin, sağlık, çevre ve enerji sorunlarına daha olumlu bir çözüm olacağını göstermektedir . (Örneğin: 1973 yılından bu yana, akciğer kararması olarak tanımlanan hastalık nedeniyle ABD federal hükümetinin yürüttüğü sağlık programının maliyeti 35 milyar dolardır.) Fosil yakıtlar yakıldığında çevreye yayılan maddeler asit yağmurları, küresel ısınma nedenidir; havadaki parçacıklar astım, solunum yolu hastalıkları, kalp hastalıkları ve ölümlere yol açmaktadır.Termik santrallerin insan sağlığına etkisinin giderilmesi nedeniyle yapılacak sağlık,sosyal güvenlik harcamaları toplumsal maliyet hesabı olarak yapılmalıdır.

Gelişen Çevre Bilinci ve Hak Arama Yolları Dikkate Alınmalıdır.

Gelişen çevre bilinci ve kişisel hak arama yollarının ve duyarlılığının artması , ülkemizin imzaladığı uluslararası sözleşmelerin getirdiği yükümlülükler sonucu termik santrallerin insan sağlığına ve çevreye verdikleri zararlar nedeniyle, tazminat davaları açılmakta yerel mahkemelerce verilen zarar tespit edildikten sonra termik santral işleticileri tazminatlara mahkum edilmektedir.Afşin-Elbistan Termik Santralinin toprak da yarattığı değer kaybı nedeniyle bir çiftçinin 110.000,00.TL’lık tazminat kazanması bunun sadece bir örneğidir. Şimdiye kadar, termik santrallerin uranyum kirliliğine sebep olduğu konusunda yeterli bilimsel araştırma yapılmadığı için göz ardı edilmiş, Afşin yöresinde uranyum kirliliği tesbit edilmiştir. Uranyum ve ağır metaller bilinen en kansorejen maddelerdir. Anılan termik santral aleyhine onlarca tazminat davasının yargılaması devam etmektedir. Termik santralin işletilmesi nedeniyle çevreye,toprağa, tarımsal üretime vereceği muhakkak olan zararlar nedeniyle açılacak maddi tazminat davalarının da toplumsal maliyet hesaplanmasında dikkate alınması gerekmektedir.

Enerji İhtiyacı İle Termik Santrallerin Kapasitesi Arasında Orantısızlık Vardır.

Bölgemizde kurulu Sugözü Termik santrali tek başına Türkiye Mesken elektrik ihtiyacının %50 sini, Sanayii elektrik ihtiyacının %6 sını karşılayacak kapasitede 1200 MWe kapasitededir. Bölgemizde kurulması planlanan termik santraller yaklaşık 10.000.MWe gücündedir.Türkiyenin elektrik ihtiyacı yakın gelecekte 10 kata kadar artması mümkün olmadığına ve elektrikte depolanmadığına göre yurtdışına elektrik satılacaktır.Kirlenen ülkemiz olacak diğer ülkeler temiz elektrik kullanacaklardır. Türkiyede kurulu termik santrallerinin elektrik santrallerinin hiçbiri tam kapasite ile çalışmamaktadır.Şu anda planlanan veya kurulması düşünülen termik santralleri yakın zamanda ulusal elektrik ağı Avrupaya entegre edilmesi düşünülmekte, Avrupa da yerel mevzuat, çevre örgütlerinin baskısı, kamuoyunun bilinçlenmesi, uluslararası taahütler nedenleriyle kurulamayan veya kapatılan termik santraller, yurdumuzda kurulması planlanmaktadır. Ulusal ihtiyacımızın çok üzerinde termik santraller yapılmasında kamu yararı yoktur. EPDK ile Çevre Bakanlığı arasında eş güdüm ve koordinasyon planlama bulunmamaktadır.EPDK şekilsel şartları yerine getiren termik santral lisans başvurularının tümünü kabul etmekte, Çevre Bakanlığı da bu başvurularının tümüne kamu yararına bakılmaksızın , ÇED olumlu kararı vermektedir.

Aslolan “0” Asit Yağmuru “0” Ağır Metalle Yaşamaktır.

Termik Santraller küresel ölçekte ısınmaya sebep olduğu gibi, bölgesel açıdan kısa vadede maddi zararlara da neden olmaktadır. Termik santraller bilindiği üzere ormanlarımıza, deniz ortamına, havaya ve toprağa zarar vermekte; deniz canlılarının yok olmasına, havanın kirlenmesine, atmosfere atılan partiküller v.s. nedeniyle tarım alanlarının zarar görmesine, asit yağmurlarıyla toprağın çoraklaşmasına, suyun kanserojen maddelere bulaşmasına neden olarak özellikle termik santral çevresindeki canlı yaşamının tamamen tahrip olmasına neden olmaktadır. Termik santrallerin bacasından atmosfere atılan SO2 gazı H2SO4 ‘ e dönüşerek bu gazlar yaş ve kuru çökelme mekanizmaları ile çökelmekte , ulaştığı toprak veya su kütlelerinin PH seviyelerini düşürmekte , ayrıca fuel-oil ve kömür kullanımı sonucu oluşan kükürtoksit-karbonmonoksit-azotoksit , yanmamış hidrokarbonlardan toz ve küllerin çökelmesi sebebiyle deniz ekosistemi tarım alanları tahrip olmaktadır. Termik santrallerin bacalarına takılan elektrostatik filtreler bu zararı engellememektedir.Doğalgaz santrali bacasından NOxler çoğunlukta çıkacak ,H2O ile birleşince HNOx ler yani Nitrik asit meydana gelecetir. HNO3 formuluyle gösterilen Nitrik Asitlerin solunması, toprakla,suyla temas etmesi insan sağlığı için son derece tehlikelidir.

Kimi çevrelerce sığınılan yasal limit değerler söylemi; gelişen insan hakları ve temel hukuk kurallarına aykırıdır, esas olan “0” asit yağmuru, “0” ağır metal “0” radyoaktivite bulunan bir bölgede yaşamaktır.

Bölgemize Kurulması Düşünülen Termik Santraller Ülkemizin Uluslararası Yükümlülüklerine de Aykırıdır

T.C.Anayasası madde; 90/son: “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. (Ek cümle: 5170 -7.5.2004 / m.7) Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.” demektedir. Türkiye’nin taraf “Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı (IRENA)”, “Kyoto Protokolü” , “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi” , “Paris Şartı”, “1972 Stockholm Birleşmiş Milletler İnsan Çevresi Konferansı”, “BERNSözleşmesi” çevresel değerlere ilişkin önemli yükümlülükler getirmektedir.

Örnek Bergama Kararı

Ülkemizde açılan ve kamuoyu tarafından en fazla bilinen çevre davalarının Bergamalı yurttaşların açmış olduğu davalar olduğu konusunda kuşku yoktur. Halen Bergama’daki siyanürlü altın işletmesi ile ilgili açılmış davaların bir kısmı devam etmektedir. Danıştay 6.Dairesi’nin 1996/5477Esas ve 1997/2312Karar numaralı kararı benzeri konularda emsal teşkil etmektedir.

Karar,incelendiğinde;

“Belirli dengelerle varlığını sürdüren çevrede, sistemi oluşturan denge unsurlarının yitirilmesi halinde bozulmalar meydana gelecek ve bu bozulmalar üzerinde yabancı zehirlere yol açacak, çevre kirliliğini oluşturacaktır. İnsan yaşamının sağlıklı, dengeli ve bozulmamış bir çevrede sürdürülmesi esastır. Çevrenin korunması insan yaşamı için vazgeçilmezdir. İnsanın doğal yaşamı için vazgeçilmezdir. İnsanın doğal yaşam temellerinin korunması ve geliştirilmesi için çevrenin önemi öncelik kazanmaktadır.(…)

Doğa ve insan yaşamı üzerindeki bu risk faktörünün gerçekleşmesi olasılığı göz ardı edilmeksizin, faaliyet sonucu elde edilecek ekonomik değer bir tarafa bırakılarak kamu yararının insan yaşamı lehine değerlendirilmesi kaçınılmazdır. Doğa ve insan yaşamı üzerindeki olumsuz yönde risk oluşturabilecek bu faaliyete ekonomik değeri düşünerek izin verilmesinde kamu yararının varlığından söz edilemez. (…)

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 56. maddesinde, herkesin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip olduğu, çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemenin devletin ve vatandaşların ödevi olduğu kurala bağlanmış, 2872 sayılı Çevre Kanununun 1. maddesinde de bu kanunun amacının bütün vatandaşların ortak varlığı olan çevrenin korunması, iyileştirilmesi; kırsal ve kentsel alanda arazinin ve doğal kaynakların en uygun şekilde kullanılması ve korunması; su, toprak ve hava kirliliğinin önlenmesi; ülkenin bitki ve hayvan varlığı ile doğal tarihsel zenginliklerinin korunarak, bu günkü ve gelecek kuşakların sağlık, uygarlık ve yaşam düzeyinin geliştirilmesi ve güvence altına alınması için yapılacak düzenlemeleri ve alınacak önlemleri ekonomik ve sosyal kalkınma hedefleriyle uyumlu olarak belirli ve hukuki teknik esaslara göre düzenlemek olduğu belirtilmiştir. (…)

Çevre, doğal ve yapay unsurları içinde barındıran ve her türlü insan faaliyetinin yer aldığı belirli dengelerle varlığını sürdürmektedir. Sistemi oluşturan denge unsurlarının yitirilmesi halinde çevrede meydana gelecek bozulmaların canlılar üzerinde yıkıcı etkilere yol açacağı ve çevre kirliliğini oluşturacağı tabiidir. Canlı yaşamın en önemlisi olan insan yaşamının sağlıklı, dengeli bozulmamış bir çevrede sürdürülmesi esastır. İnsan yaşamının korunması bir öncelik olduğuna göre insanın doğal yaşam temelinin korunması ve geliştirilmesi gerekmekte ve çevrenin korunması insan yaşamının vazgeçilmez bir unsuru olmaktadır. Bu durumda yukarıdaki saptamalardan hareketle dava konusu altın madeni işletme yönteminin yarattığı sakıncaların doğrudan ve dolaylı olarak insan yaşamı ile ilgili olması karşısında, belirtilen Anayasa ve yasa hükümleri de dikkate alınarak dava konusu idari işlemin yargısal denetiminde öncelikle kamu yararı ve bu kavramdaki önceliklerin irdelenmesi gerekmektedir.(…)

Bölgemizi Küresel Felakat Beklemektedir.

Doğu Akdenizde Nilden sonra ikinci büyük havza konumunda olan Seyhan Havzası, Türkiye ve Avrupanın tarımsal üretim açısından en verimli bölgelerden birisidir.Çukurova Üniversitesi TÜBİTAK RIHN (Japonya) yaptığı çalışmalardaki öngörülere göre 2070 yılında Seyhan Havzasında hava sıcaklığı 2-3,5 derece artacak, yağışlar %25-35 azalacak dağlardaki karlar daha erken eriyecek, sulama suyu azalacak,tarımsal ürün deseni değişmek zorunda kalacak, yer altı suları üzerindeki kullanım baskısı artacak,kıyı bölgelerinden 10 km içerlere kadar yer altı sularına deniz suyu karışacaktır.

Hükümetler arası iklim değişikliği Panelince (IPCC) yürütülen ön çalışmalar uyarınca; Seyhan Havzasının da içinde yer aldığı Akdeniz Bölgesi küresel ısınmaya karşı en hassas ve savunmasız bölge olarak tespit edilmiştir. Küresel ısınmanın en büyük nedeni termik santrallerin dünyanın küresel ısınmaya en hassas olan bölgesinde kurulmaya çalışılması bilimle izah edilemeyecek bir durumdur.

Av. Ümit Arif Özsoy – NEFRET SÖYLEMİ

Enerji Piyasası Denetleme Kurulu tarafından Doğu Akdeniz bölgesinde oldukça dar bir alanda 16 Adet termik santral kurulması planlanmakta, ilgili firmaların da müracaatları bulunmaktadır.Bu santrallerden 7 tanesi İskenderun körfezinde bunların da 5 tanesi Erzin ilçesi sınırları içersindedir.Aynı ilçe sınırları içine sadece birkaç kilometre arayla santral kurulmasının planlanmasının değil ülkemizde, dünyada dahi benzeri bulunmamaktadır.

Mağdurun dini, dili, ırkı, milliyeti, etnik kökeni, cinsiyeti, felsefi ya da siyasal inancı, cinsel tercihleri vb. özelliklerine karşı duyulan düşmanlığa dayalı olarak işlenen suçlara nefret suçları adı verilmektedir. Yine fail, mağdura salt farklı bir toplumsal kesim kimliğini taşıdığı için ya da salt belirli bir toplumsal ya da kültürel kesimin mensubu olduğu için zarar vermek istiyorsa, işlenen suç tipi hangisi olursa olsun, o suç, genel olarak aynı zamanda bir nefret suçudur. Yine ayrımcı ve ırkçı suçlar veya halkın bir kısmına karşı kin ve düşmanlığa tahrik fiilleri de bir yönüyle nefret suçlarıdır.

Nefret suçu kavramı ABD kökenli bir kavram olmakla birlikte Avrupada son yıllarda kendine daha geniş yer bulmuştur. İlk olarak 1980’lerde ABD’de kabul edilmiş. ABD’de nefret yasalarının yürürlüğe konmasının başlıca nedeni bu ülkenin etnik, dini, kültürel olarak farklı topluluklardan oluşmasıBir göçmen ülkesi olan ve ABD’li üst kimliği oluşturarak toplum içi uzlaşmayı ve düzeni sağlamaya çalışan bu devlette ayrımcılık ve ırkçılık çok önemli bir sorun olmaktadır. Bu nedenle nefret suçları en ağır şekilde cezalandırılmaktadır..Ülkemizde de etnik kökenleri, dinsel, siyasal ya da felsefi inançları ya da inançsızlıkları veya cinsel tercihleri yüzünden insanlar bir aşağılamaya ya da fiili saldırıya maruz kalmaktadır. Bugün başta internet ortamında da nefret suçlarının körüklendiği gruplaşmaların yaşandığına tanık oluyoruz. Ekonomik koşullar, eğitim, medyanın da etkisiyle nefret suçları gitgide yaygınlaşmakta, özellikle gençler arasında etkili olmaktadır. ‘Nefret suçu’ ve ‘nefret söylemi’ kavramları, ülkemiz için yeni tartışılan kavramlardır.

1915 Tehciri , 1938 Dersim Harekatı, 6-7 Eylül, Maraş, Çorum, Sivas, Katliamları, Malatya Kitapevi olayı, Rahip Santaro ve Hrant Dink in öldürülmesi ve bir çoğu henüz bilinmeyen faili meçhuller, nefret suçunun cinayete, katliama dönüşebileceğinin örnekleri olarak sıralanabilir. Töre cinayetlerinin, ırkçılığın, milliyetçiliğin, cinsiyet ayrımcılığının, dinsel ve mezhepsel farklılıkların neden olduğu sayısız ölümlere karşın, henüz ülkemiz nefret suçuna ilişkin bir düzenleme yapamamıştır.

Bugün milyonlarca kişinin kullandığı Twitter, Facebook ve benzeri paylaşım ağlarındaki ya da YouTube, dijital oyunlar, haber siteleri, haberlere yapılan yorumlar gibi yeni medya ortamlarındaki nefret söylemi, nefret suçları bakımından incelenmesi ve üzerinde durulması gereken alanlar. Çünkü bu gibi ortamlarda kullanıcılar, arkadaşlarının ürettikleri nefret söylemine ortak oluyor, nefret söylemini doğal görüyor ve kanıksıyor. Bu durum da nefret söyleminin nefret suçlarını örgütlemesine yol açabiliyor

Toplumsal barışı tehdit eden fiillerle ceza hukuku yolu ile yaptırıma bağlamak hukuk devleti kavramının bir gereğidir. TCK’da nefret suçunun tanımlanması gerekmektedir ancak şüphesiz cezai yaptırımların yanı sıra, toplumsal mekanizmalara özellikle de sivil toplum girişimlerine de büyük rol düşmektedir. Ülkemiz hiç vakit kaybetmeden, küresel hukuk algılarına uygun bir Nefret Suçları Yasası yapması gerekmektedir. Ayrımcılığa, ırkçılığa, nefret suçlarına ve azınlık düşmanlığına karşı ceza hukukunun dışına taşan siyasetin önemi çok büyüktür. Bunlar arasında en önemli olanı azınlıkların, ülkenin siyasi iradesinin belirlenmesine katılımlarının sağlanması, hukuksal eşitliğin sağlanması ve fiili eşitliğin gerçekleştirilme yolunda destek politikalarının üretilmesidir. ‘Bir arada yaşama’ kültürü, küçük yaşta evde ve ailede başlamalı, daha sonra kitaplarda ve eğitim sisteminde devam etmeli, eğitim sistemi farklı olanı ötekileştiren, dışlayan ,aşağılayan düşünce yapısından uzaklaştırılmalıdır.

Av. Ümit Arif Özsoy – TÜKETİCİ HUKUKUNDA BANKA KREDİ SÖZLEŞMELERİ

4077 Sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunun 4822 Sayılı Kanunla değişik 6. maddesi ile sözleşmelerdeki haksız şart düzenlenmiş ve “Satıcı ve sağlayıcının tüketiciyle müzakere etmeden, tek taraflı olarak sözleşmeye koyduğu, tarafların sözleşmeden doğan hak ve yükümlülüklerinde iyi niyet kuralına aykırı düşecek biçimde tüketici aleyhine dengesizliğe neden olan sözleşme koşulları haksız şarttır. Taraflardan birini tüketicinin oluşturduğu her türlü sözleşmede yer alan haksız şartlar tüketici için bağlayıcı, değildir. Eğer bir sözleşme şartı önceden hazırlanmışsa ve özellikle standart sözleşmede yer alması nedeniyle tüketici içeriğine etki edememişse, o sözleşme şartının tüketiciyle müzakere edilmediği kabul edilir. Sözleşmenin bütün olarak değerlendirilmesinden, standart sözleşme olduğu sonucuna varılırsa, bu sözleşmedeki bir şartın belirli unsurlarının veya münferit bir hükmünün müzakere edilmiş olması, sözleşmenin kalan kısmına bu maddenin uygulanması engellemez.Krediye bağlı sözleşmelerde dosya masrafı ve benzeri isimler altında yapılacak kesintilerde taraf olan tüketiciye önceden bilgilendirme yapılması zorunlu bulunmaktadır.

Kaldı ki, sözleşmeler taraflar arasında akdedilirken sözleşme hürriyeti ilkesine bağlı olarak, taraflar arasında dengesizliğe yol açacak veya taraf aleyhine olacak bir maddenin hukuken bağlayıcılığı yoktur. (4077/6)

Tüketiciden faizden ayrı olarak masraf/komisyon adı altında tahsil edilen meblağların normalde faiz oranı içerisinde dahil olması gerekmektedir. Normalde faiz oranı içine dahil bu masrafların efektif faiz oranını ucuz olduğu izlenimini verip tüketiciyi yanıltmak amacı gütmektedir.Krediye bağlı sözleşmelerde dosya masrafı ve benzeri isimler altında yapılacak kesintilerde taraf olan tüketiciye önceden bilgilendirme yapılması yasal zorunluluktur.

Tüketici Sözleşmelerindeki Haksız Şartlar Hakkında Yönetmeliğin haksız şartlar başlıklı 5. Maddesi ile bir sözleşme şartı önceden hazırlanması ve özellikle standart sözleşmede yer alması nedeniyle tüketicinin içeriğine etki edememesi durumunda sözleşme şartının tüketiciyle müzakere edilmediğinin kabul edileceği kredi verenin bir standart şartın münferiden tartışıldığını ileri sürmesi durumunda ispat yükünün kredi verene ait olduğu düzenlenmiştir.

Nitekim çok sayıda mahkeme yerel mahkeme kararı uygulaması sözleşmelerde bulunan kayıtların tüketici ile müzakere edilmediği yönündedir.Yargıtay 13.H.D.’sinin uygulaması da bu yönde gelişmektedir.

“Dosya içerisinde bulunan taraflar arasında imzalanan konut kredisi sözleşmesinin 2. maddesinde müşterinin ödeyeceği toplam borç tutarı belirtilmiş olup dosya masrafı adı altında tüketiciden herhangi bir masraf alınacağına dair hüküm bulunmamaktadır. Davacı banka taraflar arasında imzalanan tüketici kredisi sözleşmesinden dosya masrafı adı altında herhangi bir masraf alınması yolunda hüküm bulunmadığı halde tüketiciden 1.710,00 TL dosya masrafı talep ettiği ve bu paranın tüketiciden tahsil edildiği uyuşmazlık konusu değildir. Taraflar arasındaki sözleşmede bu paranın alınmasına ilişkin herhangi bir hüküm bulunmadığına göre Isparta Tüketici Sorunları Hakem Heyetinin tüketicinin talebini kabul ederek dosya masrafı adı altında alınan paranın tüketiciye iade etmesinde herhangi bir isabetsizlik bulunmamaktadır. Bu durumda tüketicinin hakem heyeti kararını icra takibine koyarak takip yapmasında da hukuka aykırı bir yönün bulunmadığından davanın reddine karar vermek gerekmiştir.”
(Yargıtay 13. Hukuk Dairesi 2010/11726 E. 2011/1870 Karar)

Tüketici sözleşmelerinde yer alan müzakere edilmemiş hükümlerin temelinde yatan düşünce, sözleşenlerden birinin sözleşmenin içeriğine etki edememesi nedeniyle kendi menfaatlerini en iyi şekilde koruduğu kabul edilen yasal düzenden sapan hükümler benimsemek zorunda kalmasıdır. Sözleşme kaydı veya koşulunun haksız olup olmadığını belirlemede en önemli nokta o kayıt veya koşulu taraflardan birinin önceden tek başına hazırladığı sözleşme içeriğine dahil etmesi, diğer sözleşen tarafın önceden belirli içerik üzerinde herhangi bir etki ya da katkı yapmamasıdır.

Av. Ümit Arif Özsoy – İŞ HUKUKUNDA İBRANAME

İBRA SÖZLEŞMESİNİN TANIMI
İbra Arapça kökenlidir , Türkçe karşılığı ise “temize çıkarmak, borçtan kurtarmak, sağlamlaştırmak” anlamlarına gelir. İş Hukuku uygulamasında İbraname ise işçinin işten ayrılırken ücret,fazla çalışma ,yıllık ücretli izin alacağı ,ihbar ve kıdem tazminatı vb gibi alacaklarını aldığına ,başka bir alacağının kalmadığına ilişkin olarak imzalayarak işverene verdiği belgeye denmektedir.

İbraname, o tarihe kadar gerçekleşen hakkı ortadan kaldıran ,bu niteliğiyle uygulamada işçilerin aleyhine olabilen bir hukuki araçtır.İş hukukunun işçiyi koruyucu etkisi ilkesi de göz önünde tutularak ,ibranameler ancak işverenin işçinin haklarını koruma konusunda gerekli özeni göstermiş olduğu hallerde geçerli sayılmalıdır.

Günlük çalışma yaşamında iş akdinin feshinden sonra dahi , hak ettiği miktarların çok altında ödemelere rağmen ihtiyacı olan paraya bir an önce kavuşabilmek için bakiye haklarından vazgeçtiğine dair belge düzenlenmesi çok sık rastlanılan bir durumdur.

6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu yürürlüğe girmeden önce ibra sözleşmesi yasalarda yer almıyordu. Yargıtay uygulaması ve öğreti ile gelişmişti.Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararlarında, alacaklının alacağından vazgeçmesine ve bu suretle borçlunun borçtan kurtulmasına ilişkin akdin “ibra” olarak adlandırılacağı belirtilmiştir.İbra konusunu BORÇLAR HUKUKU yönünden ve İŞ HUKUKU yönünden değerlendirmek mümkündür.

BORÇLAR HUKUKU YÖNÜNDEN İBRA

İbra
Madde 132 – “Borcu doğuran işlem kanunen veya taraflarca belli bir şekle bağlı tutulmuş olsa bile borç, tarafların şekle bağlı olmaksızın yapacakları ibra sözleşmesiyle tamamen veya kısmen ortadan kaldırılabilir.”

Madde 166 – “Borçlulardan biri, ifa veya takasla borcun tamamını veya bir kısmını sona erdirmişse, bu oranda diğer borçluları da borçtan kurtarmış olur.Borçlulardan biri, alacaklıya ifada bulunmaksızın borçtan kurtulmuşsa, diğer borçlular bundan, ancak durumun veya borcun niteliğinin elverdiği ölçüde yararlanabilirler.Alacaklının borçlulardan biriyle yaptığı ibra sözleşmesi, diğer borçluları da ibra edilen borçlunun iç ilişkideki borca katılma payı oranında borçtan kurtarır.”

İŞ HUKUKU YÖNÜNDEN İBRA
6098 sayılı TBK.nun 420.maddesinde ise; iş sözleşmesinin sona ermesi üzerine işçi alacaklarının ödenmesine ilişkin ve iş kazalarından sonra sigortalı yada destekten yoksun kalanların maddi ve manevi zararların giderilmesi üzerine düzenlenecek olan ibra sözleşmesinin geçerlilik koşullarını belirtmektedir.İnceleme konumuzda bu ibranamelerdir.

Madde 420 – “Hizmet sözleşmelerine sadece işçi aleyhine konulan ceza koşulu geçersizdir.İşçinin işverenden alacağına ilişkin ibra sözleşmesinin yazılı olması, ibra tarihi itibarıyla sözleşmenin sona ermesinden başlayarak en az bir aylık sürenin geçmiş bulunması, ibra konusu alacağın türünün ve miktarının açıkça belirtilmesi, ödemenin hak tutarına nazaran noksansız ve banka aracılığıyla yapılması şarttır. Bu unsurları taşımayan ibra sözleşmeleri veya ibraname kesin olarak hükümsüzdür.

Hakkın gerçek tutarda ödendiğini ihtiva etmeyen ibra sözleşmeleri veya ibra beyanını muhtevi diğer ödeme belgeleri, içerdikleri miktarla sınırlı olarak makbuz hükmündedir. Bu halde dahi, ödemelerin banka aracılığıyla yapılmış olması zorunludur.

İkinci ve üçüncü fıkra hükümleri, destekten yoksun kalanlar ile işçinin diğer yakınlarının isteyebilecekleri dahil, hizmet sözleşmesinden doğan bütün tazminat alacaklarına da uygulanır.”

Buna göre 6098 Sayılı T.B.K.’ya göre ; “ibraname”de şu hususlar bulunmak zorundadır.
1- İşçinin işverenden alacağına ilişkin ibra sözleşmesinin yazılı olması
2- İbra tarihi itibarıyla sözleşmenin sona ermesinden başlayarak en az bir aylık sürenin geçmiş bulunması
3- İbra konusu alacağın türünün ve miktarının açıkça belirtilmesi
4- Ödemenin hak tutarına nazaran noksansız olması
5- Ödemenin banka aracılığıyla yapılması şarttır.

Türk Borçlar Kanunu’nun 420.maddesindeki yasal hüküm doğrultusunda 01.07.2012 tarihinden itibaren iş ilişkisinden doğan işçi alacaklarına yönelik ibra sözleşmelerinin geçerli olması için gerekli şartlar “geçerlilik şartları” olarak belirtilmiştir.

ALACAK “İŞ İLİŞKİSİNDEN” DOĞMUŞ OLMALIDIR
420.maddenin son fıkrasında belirtildiği üzere alacaklı ile borçlu arasında iş sözleşmesinden ya da iş kazasından doğan bir alacak bulunmalıdır.Buna göre;
İş sözleşmesinin devamı sırasında hak edilen ücret alacakları (fazla mesai, hafta tatili, genel tatil ücreti, ikramiye vb.gibi)
Feshe bağlı alacaklar (kıdem-ihbar tazminatı, yıllık izin ücreti),
İş kazasından dolayı sigortalı veya destekten yoksun kalanların açtığı maddi-manevi tazminat alacakları,
İş sözleşmesinden doğan diğer işçi alacakları (bunun içerisinde işe iade davası sonucunda doğan tazminat ödemeleri ) da ibra sözleşmesine konu edilebilecektir

İBRA SOSYAL GÜVENLİK HAKKINA İLİŞKİN OLMAMALIDIR.
Anayasaya göre sosyal güvenlik hakkı vazgeçilmez temel sosyal haklardan olduğundan , işçi veya sigortalının bu hakkından vazgeçtiğine dair yapılan ibra sözleşmeleri geçersizdir.
İşçinin sosyal güvenlik hakkından vazgeçtiğine sosyal güvenlik yönünden işvereni ibra ettiğine ilişkin belgelere değer verilmeyecektir.

İBRANAME YAZILI OLMALIDIR
01.07.2012 tarihi sonrasında düzenlenecek işçi alacaklarına ve iş kazasından doğan tazminat alacaklarına ilişkin ibra sözleşmelerinin yazılı şekilde yapılması bir geçerlilik koşulu olduğundan yazılı şekilde yapılmayan ibra sözleşmeleri kesin olarak geçersiz sayılacaktır. Yazılı şekil geçerlilik koşulu olduğundan borç gerçekten ödenmiş olsa bile sözlü ve taraf imzalarını içermeyen anlaşmanın ibra sözleşmesi olduğu kabul edilmeyecektir

İBRAYA KONU ALACAK İBRANAMENİN DÜZENLENDİĞİ ANDA DOĞMUŞ OLMALIDIR
Henüz doğmamış ve çekişmeli bir alacak için düzenlenen ibra sözleşmesi geçersizdir. Bu nedenle iş ilişkisinin devamı sırasında düzenlenen ibra sözleşmeleri işçinin özgür iradesine dayanmayacağından geçersiz olacaktır.
Örneğin fesih sonrasında düzenlenen ibra sözleşmesinde “işe iadeden doğan tüm tazminat ve alacakların” ödendiğine dair ibare henüz doğmamış bir alacak olduğundan geçerli olmamakla , ibranamede belirtilen ve ödendiğine dair belgesi bulunan ödemeler dikkate alınacak, ödeme bu miktar için ifa edilmiş kabul edilecektir.
İbra konusu olan alacak taraflar arasında çekişmeli ise bu durumda ibra sözleşmesi yerine sulh sözleşmesinin düzenlenmesi gerekmektedir

ÖDEMENİN İBRANAMEDE BELİRTİLEN YAZILI TUTARIN EKSİKSİZ OLARAK BANKA YOLUYLA YAPILMALIDIR

İbranameyi koşulsuz imzalayan işçi irade fesadı iddiasını ispatlayamadığı hallerde alacaklarından çoğu kez mahrum kalmaktadır. Tersi kısmen olmakta ibranamedeki rakamı elden ödeyen işveren ibradaki imza inkarı yada benzer bir şekilde geçersiz sayılması üzerine mükerrer ödeme yapmaktaydılar.

Yasa koyucu sıklıkla yaşanılan bu sorunları giderme anlamında bu hükmü getirmiş, böylelikle işçi alacağı bankaya yatmadıkça ibranın geçerli olmayacağını bildiğinden ibrayı çekinmeden imzalayacak, işveren de alacağı bankaya yatırdığını belgelendirdiğinden ispat sorunu yaşamayacaktır.

Tam ibra halinde borcun tamamı kısmi ibra halinde ise borcun ibra edilen kısmı sona erecektir. Ödemenin Banka yoluyla yapılmaması veya alacağın tamamı için değil bir kısmı için yapılması ya da 1 aylık süreden önceki dönemde yapılması halinde, ortada bir ibra bulunmayıp tamamen veya kısmen ifa edilmiş bir borçtan söz edilebilecektir.

Yargıtay 9. Hukuk Dairesi 06.10.2011 Tarih Esas : 2011/40319 Karar : 2011/35307 Kararı

“İbra sözleşmesi çalışma ilişkilerinde “ibraname” adıyla yaygın bir uygulama alanı bulmaktadır.

İşçinin işverenden alacağına ilişkin ibra sözleşmesinin yazılı olması, ibra tarihi itibarıyla sözleşmenin sona ermesinden başlayarak en az bir aylık sürenin geçmiş bulunması, ibra konusu alacağın türünün ve miktarının açıkça belirtilmesi, ödemenin hak tutarına nazaran noksansız ve banka aracılığıyla yapılması şarttır.

Bu unsurları tanımayan ibra sözleşmeleri veya ibraname kesin olarak hükümsüzdür.

Hakkın gerçek tutarda ödendiğini ihtiva etmeyen ibra sözleşmeleri veya ibra beyanını muhtevi diğer ödeme belgeleri, içerdikleri miktarla sınırlı olarak makbuz hükmündedir. Bu hâlde dahi, ödemelerin banka aracılığıyla yapılmış olması zorunludur
.

Feshi izleyen bir aylık süre içinde ibraname düzenlenememesi ve ödemelerin banka kanalıyla yapılması zorunluluğu 01.07.2012 tarihinden sonra düzenlenecek ibra sözleşmeleri için geçerlidir.

İş ilişkisi devam ederken düzenlenen ibra sözleşmeleri geçersizdir. İbranamenin tarih içermemesi ve içeriğinden de fesih tarihinden sonra düzenlendiğinin açıkça anlaşılamaması durumunda ibranameye değer verilemez.

İbra sözleşmesi, varlığı tartışmasız olan bir borcun sona erdirilmesine dair bir yol olmakla, varlığı şüpheli ya da tartışmalı olan borçların ibra yoluyla sona ermesi mümkün değildir. Bu nedenle, işçinin hak kazanmadığı ileri sürülen bir borcun ibraya konu olması düşünülemez. Savunma ve işverenin diğer kayıtları ile çelişen ibra sözleşmelerinin geçersiz olduğu kabul edilmelidir.

İşçinin ibranamede yasal haklarını saklı tuttuğuna dair ihtirazi kayda yer vermesi ibra iradesinin bulunmadığını gösterir.

Mahkemece başvurulan hesap bilirkişisinin raporu yukarıdaki yasal düzenlemeler ve ilkelere göre bir değerlendirmeye tabi tutularak hüküm kurulması gerekirken hatalı değerlendirme ile yazılı şekilde karar verilmesi isabetsizdir”

İŞE İADE DAVALARI VE İBRA

01.07.2012 tarihinden sonra işçi alacakları konusunda düzenlenecek ibranameler, fesihten itibaren bir ay geçtikten sonra düzenlenebileceğinden bu süre zarfında işe iade davası süresi geçmiş olacaktır. işe iade davası açma süresi içerisinde alınan ibraname geçersiz olacaktır.

Diğer yandan iş güvencesi hükümlerinden yararlanılmayacağı , bu haktan vazgeçildiğine ilişkin sözleşmeler Yargıtay uygulamasında geçersiz kabul edilmektedir. Fesihten sonraki 1 aylık süre içerisinde işe iade davası açılmış ve bu arada dava açıldıktan sonra ibra yapılmış ise işe iade davasının red edilmiş olması halinde ibra geçerli sayılacaktır.

Fesihten sonraki 1 aylık süre içerisinde işe iade davası açılmış ve bu arada işe iade davası açıldıktan sonra ibra yapılmış ise işe iade davasının kabul ile sonuçlanması sonrasında işçinin işe başlamak için işverene başvurmaması durumunda başlangıçta yapılan fesih geçerli olacağından ibraname de geçerli olacaktır. Fesihten sonraki 1 aylık süre içerisinde işe iade davası açılmış ve bu arada ibra yapılmış ise işe iade davasının kabul ile sonuçlanması sonrasında işçinin işe başlamak için işverene başvurması ve işe başlatılmaması halinde başlangıçta yapılan fesih geçersiz olacağından , işe iade davası devam ederken yapılan ibraname iş ilişkisi devam ederken yapılan bir ibraname olarak kabul edilebilecektir.Bu durumda; İbranamenin geçersiz olacağı sonucuna varmak mümkündür.

Fesihten sonraki 1 aylık süre içerisinde işe iade davası açılmış ve bu arada ibra yapılmış ise işe iade davasının kabul ile sonuçlanması sonrasında işçinin işe başlamak için işverene başvurması ve işe başlatılmaması halinde başlangıçta yapılan fesih geçersiz olacağından , işe iade davası devam ederken yapılan ibraname iş ilişkisi devam ederken yapılan bir ibraname olarak kabul edilebilecektir.Bu durumda; İbranamenin geçersiz olacağı sonucuna varmak mümkündür.

İŞ KAZASINDAN DOĞAN TAZMİNATLARDA İBRA

İş kazası ve meslek hastalığına bağlı maddi ve manevi zararla ilgili ibra belgeleri imzalatılmaktadır. Bu durum kimi Yargıtay kararlarında farklı değerlendirilmiştir. İş Kazası ve meslek hastalığının ortaya çıktığında kusur durumu ve gerçek zarar miktarı bilinmemektedir.

Bu alacaktan doğan ibranamede yer alan ödeme tutarı ile tazmini gereken tutar arasında açık bir orantısızlık olmaması gerekir. Orantısızlık ilkesi geçmişte çok sayıda Yargıtay kararında yer almakla birlikte bundan hangi oranın anlaşılması gerektiği konusunda tam bir sonuca varılamamaktadır.

HİZMET TESPİTİ VE İBRANAME

Sigortalı olmak kişi bakımından sadece bir hak olmayıp aynı zamanda yükümlülüktür, kamu düzenini ilgilendirir. Sigortalılık hakkından feragat edilmesi mümkün değildir. Tarafların ibra sözleşmesi düzenlemek süretiyle hizmet tespiti ile ilgili hak ve yükümlülükleri ortadan kaldırması geçerli değildir.

Hizmet süresinin gerçeğe aykırı olarak gösterildiği ve bu süreye göre belirlenen işçilik haklarının ödendiği ibranamenin işçinin hizmet tespiti davası açmasına engel oluşturmayacağı Yargıtay uygulamasında kabul edilmiştir.

YARGITAY KARARLARI
Dairemizin kökleşmiş içtihatları çerçevesinde, iş ilişkisi devam ederken düzenlenen ibra sözleşmeleri geçersizdir. İşçi bu dönemde tamamen işverene bağımlı durumdadır ve iş güvencesi hükümlerine rağmen iş ilişkisinin devamını sağlamak veya bir kısım işçilik alacaklarına bir an önce kavuşabilmek için iradesi dışında ibra sözleşmesi imzalamaya yönelmesi mümkün olup, Dairemizin kararlılık kazanmış uygulaması bu yöndedir (Yargıtay 9. HD. 15. 10. 2010 gün, 2008/41165 E, 2010/29240 K. ).

İşçinin ibranamede yasal haklarını saklı tuttuğuna dair ihtirazi kayda yer vermesi ibra iradesinin bulunmadığını gösterir(Yargıtay 9. HD. 4. 11. 2010 gün 2008/40032 E, 2010/31666 K).

İbranamenin tarih içermemesi ve içeriğinden de fesih tarihinden sonra düzenlendiğinin açıkça anlaşılamaması durumunda ibranameye değer verilemez(Yargıtay 9. HD. 5. 11. 2010 gün, 2008/37441 E, 2010/31943 K).

Dosyaya ibranamenin aslı bulunmamaktadır. Davalı tanıkları işe girişte boş ibraname imzalatıldığı söyledikten sonra akdi feshedilenlerin muhasebeye gittikleri de söylemektedirler. Yazılı ve imzalı ibranamenin doğru olup olmadığı yukarıda belirtildiği şekilde kesin olarak belirlenmeden tanık ifadelerine göre yazılı şekilde eksik inceleme ile hüküm kurulmasını hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.(Yargıtay 9.H.D. 28.4.2005 gün2004/24413 E, 2005/14789 K)

İbra sözleşmesi, varlığı tartışmasız olan bir borcun sona erdirilmesine dair bir yol olmakla, varlığı şüpheli ya da tartışmalı olan borçların ibra yoluyla sona ermesi mümkün değildir. Bu nedenle, işçinin hak kazanmadığı ileri sürülen bir borcun ibraya konu olması düşünülemez. Savunma ve işverenin diğer kayıtları ile çelişen ibra sözleşmelerinin geçersiz olduğu kabul edilmelidir (Yargıtay 9. HD. 4. 11. 2010 gün 2008/37372 E, 2010/31566 K).

İş hukukunun işçiyi koruyucu amacı göz önüne tutulduğunda , bu konuda dar yorum esasının benimsenmesi ve yine kural olarak bir işçinin işvereni karşılıksız olarak ibra etmesinin ihtimal dışı olması kabul tarzını destekleyici bir nitelik taşır.(Yargıtay HGK 27.04.1983 1980/3055 E 1983/427 K.)

İbra sözleşmesi, varlığı tartışmasız olan bir borcun sona erdirilmesine dair bir yol olmakla, varlığı şüpheli ya da tartışmalı olan borçların ibra yoluyla sona ermesi mümkün değildir. Bu nedenle, işçinin hak kazanmadığı ileri sürülen bir borcun ibraya konu olması düşünülemez. Savunma ve işverenin diğer kayıtlarıyla çelişen ibra sözleşmelerinin geçersiz olduğu kabul edilmelidir (Yargıtay 9. HD. 4.11.2010 gün 2008/37372 E, 2010/31566 K).

KAYNAKÇA
Sarper SÜZEK-İŞ HUKUKU
Şahin Çil-İŞ HUKUKUNDA İBRA SÖZLEŞMESİ
Şahin ÇİL-İŞ HUKUKU YARGITAY İLKE KARARLARI 

Av. Ümit Arif Özsoy – YARGITAY KARARLARINDA MOBBİNG SAYILAN HALLER

» Yargıtay 9.H.D. 14.03.2008 Tarihli kararında ‘’…davacı işçi dövülmüş, rapor sonrası işe geldiğinde huzursuz edilmiştir. Davacının dövülmesinden sonra işyerinde huzursuz edildiği, davacı tanığı ve olayların tipik akışı göstermektedir. İşçi psikolojik taciz sonucunda istifa etmiştir…’’

» Yargıtay 9.H.D. 30.05.2008 Tarihli kararında ‘’ …tanık beyanlarından da anlaşılacağı üzere işyerinde amirlerinin uzaktan, yüksek sesle bağırarak, iş yapmasını söylemelerine, telefonla konuşurken, konuşmasına aldırılmadan emir ve görev vermelerine, yüksek sesle bağrılarak “sen bu işi beceremiyorsun” gibi sözlü saldırılara, hakaretlere maruz kalmıştır. Kişilik hakları çiğnenmiş, çalışma arkadaşları arasında küçük düşürülmüştür. Bu davranışlar mahkememizce işçiyi yıldırmaya, psikolojik baskı uygulayıp genellikle de işten ayrılmasını sağlamaya yönelik davranışlar olarak değerlendirilmiştir…’’

» Yargıtay 9. H.D. 07.05.2009 Tarihli kararında ’’Dosyadaki delil durumuna göre davacı işçinin uzun süre İstanbul’da sabit bir görevde avukat olarak çalışmasının ardından Adana ilinde görevlendirildiği, ardından sürekli olarak değişik illerde kısa sürelerle çalışmasının istendiği, işverenin bu uygulamalarının davacıyı yıldırma, bezdirme amacına yönelik olduğu anlaşılmaktadır…’’ (9 ay boyunca 30 kez yeri değiştirilmiş)

» Yargıtay 9. H.D. 30.05.2006 Tarihli kararında ‘’ dava konusu disiplin cezalarının verilmesine neden olan olayların bir kısmında davacının sorumluluğunun olmadığı, bir kısmında ise izinli olduğu dönemlerde yapılması gereken işlerin yerine getirilmemesinden sorumlu tutulduğu…’’

Yargıtay H.G.K. 2012/9-1925 E. 2013/1407 K. ;’’İşyerinde çalışanlara, diğer çalışanların veya işverenler tarafından sistematik biçimde uygulanan, tekrarlanan her türlü kötü muamele, tehdit, şiddet, aşağılama gibi davranışlar olarak ifade edilmiştir. Psikolojik tacizin en bariz örnekleri, kendini göstermeyi engellemek, sözünü kesmek, yüksek sesle azarlamak, sürekli eleştiri, çalışan iş ortamında yokmuş gibi davranmak, iletişimin kesilmesi, fikirlerine itibar edilmemesi, asılsız söylenti, hoş olmayan imalar, nitelikli iş verilmemesi, anlamsız işler verilip sürekli yer değiştirilmesi , ağır işler verilmesi ve fiziksel şiddet tehdidi sayılabilir.

Yargıtay 9. H.D. 26.03.2009 Tarihli kararında; ‘’Davacıya, davalı işveren vekili tarafından etkili eylemde bulunduğu tartışmasızdır. Sözü edilen eylem tek başına BK 49.madde uyarınca kişilik hakkına saldırı olup manevi tazminatı gerektirir. Mahkemece feshin haksızlığının kabulü de bu olguyu doğrulamaktadır. Hiçbir gerekçe işçinin dövülmesini haklı kılmaz, işçinin yalnız maddi varlığı değil manevi varlığı da yasalarca koruma altındadır. Mahkemece manevi tazminat isteğinin gerekçesiz reddi bozulmayı gerektirmiştir.’’

» Yargıtay 9. Hukuk Dairesi, E. 2007/9154; K. 2008/13307; T. 30.5.2008 ÖZET: Dava, disiplin cezalarının kaldırılması ve işyerinde duygusal taciz (psikolojik taciz) nedeniyle istenen manevi tazminat talebine ilişkindir. İşveren kişisel nedenlerle davacı işçinin yanında çalışmasını istememekte ve bir yıl içinde kendisinden 5 kez yazılı savunma talep etmiştir. İşveren işçisini gözetme yükümlülüğüne uymayarak davacıyı iş arkadaşları önünde sürekli olarak küçük düşürmüş, bağırmış ve işleri beceremediğini ifade etmiştir. Davacı mesai sonrası ağlama krizleri geçirmiş, psikolojik tedavi görmüştür. Psikolojik taciz kavramı,işyerinde bireylere üstleri, eşit düzeyde çalışanlar ya da astları tarafından sistematik biçimde uygulanan her tür kötü muamele, tehdit, şiddet, aşağılama gibi davranışları içermektedir. Açıklanan olaylar ışığında davacının davasının kabulü gerekir. KARAR ve SONUÇ: Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuni gerektirici sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik görülmemesine göre, yerinde bulunmayan bütün temyiz itirazlarının reddi ile usul ve kanuna uygun olan hükmün ONANMASINA 30.05.2008 gününde oybirliği ile karar verilmiştir.

» Yargıtay 9. Hukuk Dairesi, E. 2009/8046; K. 2011/9717; T. 1.4.2011 ÖZET: Davacı vekili davacının davalı şirketlere ait işyerinde 01.11.1997 tarihinden 07.09.2005 tarihine kadar çalıştığını, davalı şirketlerin aynı adreste aynı ortaklar tarafından işletildiğini, 07.09.2005 tarihinde davalı işveren tarafından haksız gerekçelerle feshedildiğini belirterek kıdem ve ihbar tazminatı alacaklarının hüküm altına alınmasını talep etmiştir. Davalı işverenler vekili davacının işyerinde kendi isteği ile istifa ederek ayrıldığını, işvereni ibra ettiğini belirterek davanın reddini savunmuştur. Mahkemece davacının işten ayrılma formuna ortamdaki aşırı huzursuzluk ve sağlığının bozulması nedeniyle ayrılmak zorunda olduğuna dair yazdığı beyanı doğrulayıcı rapor sunmadığı, bu konuda işverene başvurusunu ispatlayamadığından davacının istifaen ayrıldığı kabul edilerek davanın reddine karar verilmiştir. Davacı işçi 07.09.2005 günlü dilekçe ile davalı işyerinden ayrıldığını bildirmiş ve 30.09.2005 tarihli ibraname ile kanuni hak ve alacaklarını aldığını belirterek işvereni ibra etmiştir. Davacının işyerinden ayrılmasından sonra davacı ile davalı işveren yetkilileri arasında davacı işçinin işyerinden ayrılma nedenlerini analiz etmek için hazırlanan 03.10.2005 tarihli işten ayrılış formunda davacı, davalı işyerinden ayrılma nedeni olarak sağlık nedeni ile istifa ve çalışma ortamına uyumsuzluk olarak belirtmiş yine aynı belgenin arka kısmına “ortamdaki aşırı huzursuzluk ve dolayısıyla sağlığımın bozulması nedeniyle işyerinden ayrılmak zorunda kaldım.” ibaresi yazılmıştır. Temyiz dilekçesi ekinde davacı tarafından dosyaya sunulan 22.08.2005 tarihli doktor raporunda, 22.08.2005 tarihinde muayene edildiği hipoglisemi ve hipotansiyon teşhisi konulduğu ve 3 gün istirahat verildiği anlaşılmaktadır. Mahkemece dinlenen davacı tanığı davacının amiri konumundaki işyeri çalışanı A’nın davacıya zaman zaman bağırdığını, davacının işyerinde bayılması üzerine hastaneye götürülmesine karşı çıktığını beyan etmiştir. KARAR VE SONUÇ: İşten ayrılma belgesi, doktor raporu ve davacı tanığının beyanlarından işyerinde davacı üzerinde psikolojik baskı (mobbing) oluşturulduğu, davacının işten çıkış belgesinde bu yönde beyanının alındığı anlaşılmaktadır. Davacının istifa dilekçesinin gerçek istifa iradesi ile imzalanmadığı psikolojik baskı (mobbing) yolu ile istifaya zorlandığı anlaşılmaktadır. Davacı işçinin iş sözleşmesini feshi haklı olup dava konusu kıdem tazminatı isteğinin kabulü yerine yazılı şekilde reddi hatalı olmuştur.